Şair Eğlenmesi (İlk Realist Absürd Roman)

1 kişi hayrettin

yıllar evvel, aşk acısıyla yeni tanışmış her toy delikanlı gibi, odama kapanmış intikam için şiirlerden silah yaparken girmişti dayım odama. kendisinin kapı çalmak gibi bir huyu olmadığından, hazırlıksız yakalanmış ve cephanelerimi, özellikle de onun kitaplığından arakladığım "ben sana mecburum" kitabını, saklamaya vaktim olmamıştı. sırıtarak oturdu yatağımın karşısındaki sandalyeye, ben hiçbir şey olmamış gibi cephanelerimi arkama iteleyip yatakta dikelmişken.

vakti zamanında, dedemin öngörüsü mü, öngörüsüzlüğünden mi kaynaklı olduğu meçhul, istanbul'un siyasi sınırlarına dahil fakat istanbul'a oldukça uzak bölgede bina edilmiş beş katlı bu apartmanda, bizden başka kimse olmadığından kapılar kapanmazdı. herkes birbirinin evine, herhangi bir odaya girer gibi girip çıkardı. özellikle de dayım. en üst kattaki dairesine (onun deyimiyle kartal yuvası) ablalarını ziyaret etmeden çıkmazdı. üç kızdan sonra kavuşulmuş, şımarık erkek çocuğu işte.

"aşk meşk işleri mi keranacı?" dedi. onun diline düşeceğime, bok çukuruna düşmeye razı olduğumdan, "ne aşkı yaa!" diyerek nafile bir inkara giriştim. "hey koçum benim be aynı dayısı! boşuna dememişler oğlan dayıya diye ama o kılkuyruk abisi değil, benim yakışıklı çapkın yeğenim bana benzeyecek elbette!" diyerek, aniden alıverdi arkama gizlediğim, yıllar sonra bir dizide şöminede yandığını görerek bu satırları yazmama vesile olacak kitabı.

dayıma göre kendisi iflah olmaz bir çapkındı ve kadınlarla arası son derece iyiydi. karısı hariç. her evli erkek gibi. o gün buna ek olarak, beni de aldırmıştı yanına. artık ben de kadınların yüreklerine kor alevler düşüren yakışıklı ve çapkın bir adamdım. hoşuma da gitmişti hani. ama özel hayatımın didiklenmesi, dayımın ve onun vasıtasıyla tüm ailenin diline sakız olma ihtimalim, bu sevinci yaşamama izin vermiyordu.

"oo hem de atilla ilhan'la vuruyorsun demek kızları kalbinden" deyince, o kıt aklım ve bilgimle, üste çıkmak için yakaladığım bu fırsatın üstüne atladım hemen, "atilla diil, attila bi kere o!"

"hassiktir ordan, çok biliyosun sen!" deyip başladı anlatmaya.


dedemin, üç kızdan sonra gelen tek erkek çocuğu olduğundan, herkesten esirgediği hoşgörünün tamamını üstüne boca ettiği, bu sebepten başına buyruk yaşayan genç bir adamdı dayım. herhangi bir işte dikiş tutturmaya çabalamak yerine, çok özendiği bohem hayatın peşinde koşuyordu bu yüzden. her ne kadar, dergilere yolladığı şiirler bırak kabul görmeyi, bir yerden sonra zarfları bile açılmadan iade edilse de (çakırkeyif olduğu akşamlarda okuyarak bize de eziyet etmişliği çoktur o şiirlerle), insan ilişkilerindeki başarısı sayesinde, birçok yazar ve şairle arkadaştı. onların takıldığı meyhanelerde takılır, onlarla ahbaplık ederdi. dedemin, durulsun, bir düzene girsin diye zorla evlendirmesi bile vazgeçirememişti bu sevdadan.

iddianın konusu hakkında rivayet muhtelif olsa da, cemal süreya'nın iddia sonucu soyadındaki y harfini kaybetmesi, dönemin şairleri arasında yeni bir eğlence modası başlatır. isimlerindeki harfleri, yazdıkları dizeleri, iddialara, hatta kumar masalarına bırakmaya başlamışlardır.

bu çılgınlığın çığrından çıktığı bir akşam, atilla ilhan kumarda turgut uyar'ın ismindeki t harflerinden birini üter. uyar buna çok bozulur. kahvedeki diğer şairler uyar'ın üzerine gittikçe iş içinden çıkılmaz bir hal alır. kimi takasla ismini burgu tuyar yapmak ister, kimi vurgit uyar. kötü şakalarla sinirleri daha da bozulan uyar'ı, ortamın başarısız şairi dayım kurtaracaktır. ama bir şartla.

uyar'a gidip, "bizim hanımın ismindeki t harfini sana vereyim istersen" der. uyar bu teklifin üzerine balıklama atlar. yalnız dayımın karşılığında bir isteği vardır, "bana bir dize vereceksin" der. uyar hiç düşünmeden bir kağıt kalem alıp bir dize yazıverir. dayım hayatında ilk defa cebinde gerçek bir dize taşımanın keyfiyle, yengeme yapacağı tatsız şakayı tamamına erdirmek için attilla ilhan'ın yanına gider. niyeti, attilla ilhan'ın ismindeki l harflerinden birini almaktır. divan pastanesinde bir hafta boyunca ısmarlanacak kahvaltı karşılığında, l harflerinden birini alır. böylece, o zamanlar pek de fit olmayan yengemin ismi filnat olur.


o hikayeyi anlatıp, beni şiir kitabıyla başbaşa bırakıp çıktığında anlamıştım. küçükken her haftasonu, bana tostla ayran alıp, gökyüzünü seyre daldığı o vapurlarla gittiğimiz heybeliada sanatoryumundaki kadın, bu yüzden bir deri, bir kemik kalmıştı. fitnat yengem tatsız bir şakanın kurbanıydı.

ölmeden bir gün önce, hasta yatağında avucuma sıkıştırdığı o eski kağıt parçasını açıp üstünde yazanı okuduğumda anlamıştım. o vapurlarda ve akşamları evinin terasında içerken, neden hep gökyüzüne baktığını.

dayım haklıydı. ona benzedim sonunda. hikayeci olmasına rağmen, üşendiğinden daha kısa diye şiir yazan bir adamın, roman diye başlayıp, üşengeçliğinden bir sayfalık hikaye yazan yeğeni.

dayım haklıydı, abim değil ben benzedim ona. yoksa abim evde annesi, teyzeleri ve fitnat yengesiyle meyve yiyip televizyon izlerken, bu mezarın başucunu kazmaya çalışır mıydım, içinde yatan gökyüzüne bakabilsin diye?
Read On
notların asılması vardı. öğrenciydim o zamanlar. bir değişiklik; bir heyecandı hayat(lar)ım(ız)da.

ben bazen/genellikle öyle notlar alıyordum ki (hoca veriyordu?), sanki ibret için asılıyorlardı panoya.

(ama pano yüz vermiyordu şakası olsun mu burda?)
Read On

istihdam

1 kişi hayrettin

bazen aklıma bir fikir geliyor; güzel bir cümle, bir espri, bir hikaye konusu, vb... "oha" diyorum, "ne süper fikir!". "hemen bunu yazayım, twitter'a ya da bloga, eskiden olsa ekşi sözlüğe, yahut hiç olmadı, boş bir wordpad sayfasına" diyorum. sonra araya yapmam gereken işler, katılmam gereken çok önemli bir toplantı ya da cevap vermezsem dünyanın, yaklaşmakta olan sonuna giden süreci hızlandırmama sebep olacak bir telefon giriyor... ben bu çok önemli işlerle oyalanırken ve üstünden bir hayli zaman geçmişken, "ya" diyorum, "benim aklıma geçenlerde çok güzel bir fikir gelmişti, neydi o?". bir müddet zorluyorum hafızamı. yakın zamanda çok konuşulmuş, ülke gündemine dair önemli konuları hatırlamaya çalışıyorum. çünkü genellikle aklıma gelen şeyler, o an gözüme çarpan konular hakkında oluyor. bir espri, başkalarının göremediği çok mühim bir ayrıntı ya da o olayın doğuracağı sonuçlar hakkında fevkalade mühim bir analiz. tüm bu yakın geçmiş gündem taramalarından bir sonuç çıkmayınca, kendi kişisel gündemimi tarıyorum. çünkü eğer kitleleri ilgilendiren bir konu değilse, kendi hayatım sınırları dahilinde cereyan etmiş olaylardan esinleniyorum bir fikir oluştururken. umumiyetle bu geçmiş taramalarından elde edilen sonuç sıfır oluyor. "demek ki" diyorum, "çok parlak bir fikir değilmiş, çünkü çok parlak fikirler kendilerini unutmanıza izin vermezler... yani sanırım". içime su serpiliyor. "iyi ki işim çıkmış o an" diyorum, "o çok mühim işlerim olmasaydı, o aklıma gelenleri bir yerlere yazacak, ve gerizekalılığımı bir yığın insanın gözüne sokmuş olacaktım".

hepimiz aynı oranda akıllı ve aynı oranda gerizekalıyız diye düşünüyorum. bazılarımız, bu herkesle aynı oranda olan gerizekalılıklarını gizleyecek bir bilince sahip. onlar çok akıllı görünüyorlar. sadece gerizekalılığını gizlemek, insanı akıllı göstermeye yeter. başka bir şey yapmaya gerek yok. bu bilince sahip olmayanlar içinse, bunu gizlemelerine sebep olacak bir şans gerekiyor akıllı görünmek için. benim bu konudaki şansım, tamamen zorunluluktan, aslında hiç istemediğim bir şey olmasına rağmen, hayatımın büyük bir kısmını kapitalizme kiralamış... hadi daha dürüst olayım, tamamen satmış olmam.

son günlerde, uzun zamandır kapımı çalmayan eski bir alışkanlık dürtüyordu sürekli, haydi bir şeyler yaz, bak ne güzel fikirler var diye. araya işler giriyordu. yazamıyorken, genelde yaptığım gibi, başkaları neler yapıyor diye bakınıyordum ben de.

ne çok işsiz var.

ve bizim sektörde işler biraz kesat bugünlerde.
Read On

var gibi aslında ama yok bi' şey

3 kişi hayrettin

olağanüstü sıradan ve fevkalade olağan bir gündü. o gün hem ilikleri titreten kuzeyli bir soğuk, hem de fırın kapağı açıldığında yüze vuran yalazaya benzetilebilecek bedevi bir sıcak vardı. bir çocuk ellerinin ve burnunun kıpkırmızı kesilmesine aldırmadan, basılmamış karlara basma telaşında, yağan karlara aldırmadan koşuyordu. bir çift yaslı göz, otobüs durağının karşısındaki ahşap köşkün paslı demir parmaklıklarından hiç gelmeyecek sevgilisinin yollarını gözlüyor; yalnız bir kadın penceresine vuran yağmur damlalarının camdan aşağı kendilerince bir yol çizerek süzülmelerine bakarak akıp giden hayatı için kederleniyordu. mütevazi caminin avlusundaki yüzü çatlamış kurak toprakları andıran ihtiyar, son yolculuğuna çıkmadan az önce üzerine yatıp dinleneceği musalla taşını, höpürdeterek yudumladığı çayını emanet ettiği bir sehpa olarak kullanırken, yıllar önce işe yetişmek için topukları sırtına değecek kadar hızlı koşmasına rağmen kaçırdığı vapura hayıflanışını, ama bir sonraki vapurda hayatının aşkıyla karşılaşmasını anımsadı. annesinin mutlaka pazarlık yap diye tembihleyerek alış verişe yolladığı kızın elindeki poşetlerin birinden fırlayan yemyeşil bir elma, yuvarlana yuvarlana giderek daha önce oralarda hiç görmediği, birkaç saat önce erkekliğiyle ilgili alaylı söylentilerden usanıp, cebindeki parayı denkleştirip tüm cesaretini toplayarak yaşlı ve çirkin fahişelerle dolu bir genelevin kapısından içeri, etkisinden hayatı boyunca kurtulamayacağı bir adım atmış olan, ergenliğini çoktan geride bırakmış esmer bir delikanlının ayaklarının önünde durdu. rızası alınmadan gerçekleşen bir evliliğe mahkûm olan kadın, ihtiyar kocasının, çıplak vücudu üzerinde ileri geri giderken çıkardığı hırıltıları unutmak ve bedenindeki izlerden kurtulmak için saatlerce banyoda kalarak suyun altında ağlarken; meydandaki çeşmenin gölgesinde tembelliğin tablosuna figüranlık yapan gececi köpek irkilerek başını kaldırdı. ve yetmezmiş gibi, kulübesinde kendi halinde yaşayan, yüzü yılların yorgunluğunu gösteren kırışıklarla dolu olan yaşlı bir balıkçının can yoldaşı olan çoban köpeği, gecenin bir vakti sessizliği yırtarcasına havlamaya başladı. o gece, vadinin iki yamacı arasında işveli bir rakkase gibi kıvrılan yolda hırıldayan bir arabaya, tozu dumana katan bir atlıya ve umursamaz makamındaki ıslığıyla sessizliğe tecavüz eder halde aksak adımlarla yürüyen bir delikanlıya rastlamak mümkündü. vagonları sevda, özlem, gurbet çilesi, sıla hasreti, ayrılık acısı, kavuşma heyecanı ve envai çeşit hayat hikayeleriyle hınca hınç dolu tren istasyonda dururuken, birçok insan yepyeni bir hayata başlamak için terminalden kalkan ilk otobüse atlayıp, yol boyu başlarını cama yaslayarak düşüncelere daldı. içtiği her kadehin çetelesini yüzünde tutmuşçasına buruşuk suratlı bir adam, çocuklarını da yanına alarak başka birine kaçan karısından ve kendisini en zor zamanlarında yüzüstü bırakan dostlarından yediği darbeyi unutmak için rutubetli bir meyhanede tek başına rakısını yudumlarken, piposu solunum sisteminin doğal bir uzvu haline gelmiş kır sakallı yazarın parmakları, bütün mekanik cesaretiyle dijital devrime meydan okuyan emektar daktilosunun üzerinde zarif adımlarla dans etmeye başladı.

o gün, o gece ve hatta başka günler ve geceler de, enteldantel'in ya da erkek güzeli sefil bilo'sunun sandığının aksine anlatılmaya değer bir şey olmadığı için değil, tabiatları gereği olağanüstü sıradan ve bir o kadar da fevkalade olağan günlerdi. çünkü dünya bizi şaşırtmak için sürprizler hazırlamaya mecali olmayacak kadar yorgun. zaman, bizim düşündüğümüzden daha ihtiyar ve huysuz. biz, şımarık çocuklar gibi doyumsuzca onlardan yeni şeyler talep ederken, kalkıp yüzümüze bir tokat atmaya üşenecek kadar bezginler.

bütün gün çarşafının altında sakladığı, para hırsıyla okyanusları aşıp yeni kıtaya gelmiş aç gözlü avrupalılardan gizledikleri güzelliklerini onlar uyurken yanıbaşlarındaki derenin dibinde, ölgün ayışığında sergilemeye çalışan altınlar kadar sarı saçlarını, evindeki çıplak ampul ışığında, perdenin tam kapalı olmadığından habersizce ortalığa saçtı genç kadın. on bir aydır evli ve altı buçuk aydır karnında çocuğunu taşıdığı adam, odaya girdiğinde hem altın sarısı saçları, hem de tam kapanmamış perdenin aralığından karşı balkondaki adamı gördü. perdedeki çatlağı yamadıktan sonra, hem karısına, hem de karnındaki çocuğuna, bildiği tek yöntemle hak ettikleri cezayı verdi. kadın, kaldırıldığı hastanede, kucağına alamadan kaybettiği çocuğunu bedeninden alarak onu hayatta tutan, girdiği her mecliste kadın hakları hakkında atıp tutan doktorun, gözlerine hiç değmeyen gözlerine baktı. balkondaki adam, tam karşısındaki perdenin az önce yamandığından habersiz, içkisini bitirip içeri girdi. doktor, eldivenlerini çıkarıp çöpe attıktan sonra ellerine yıkarken, az önce ölümden döndürdüğü kadının hikayesini ileride nasıl anlatacağını tasarlamaya başladı. tekmeleriyle babalığını erteleyen adam, sigarasının son nefesini üfleyip, cesedini hastane bahçesine gömdü. annelik ehliyeti kocası tarafından elinden alınan kadın, ilaçlara daha fazla direnemeyerek gözlerini kapadı.

dünya varolduğundan beri meydana gelen bu olaylar, binlerce yıl öncesine dayanan insan icadı bir gelenekle, abartılı betimlemelerle sıradanlıktan kurtarılmaya çalışıldı. hiçbir şey değişmedi. günler, geceler, dünya, hayat olağanlığından taviz vermedi. hiçbir gün anlatılmaya değer bir şey olmadı. biz yine de anlatmaya devam edip, sıradanı olağanüstü sıradan, olağanı fevkalade olağan hale getirdik.
Read On

otopsi #2

3 kişi hayrettin

"kim dövdü benim kızımı? nerde o kızımı döven kurik?"

öncelikle kurik, elazığ civarlarında sıpa demek. sonralıkla, seri halde sorular soran ise amcam. haliyle dayak yiyen kızı da kuzenim. tahmin edeceğiniz üzere, o kurik benim. ve çok uzakta da değilim aslında. ben onu görmüyorum ama, ellerim yüzümde, yüzükoyun yattığım divanın karşısındaki divanda oturduğunu biliyorum. elbette beni gördüğünden de haberim var. devekuşu değilim. o kadar kafam çalışıyor.

seneyi, haliyle de yaşımı tam bilmiyorum. üçle beş arasında bir dönem olduğunu biliyorum sadece. elazığ'dayız. amcamlarda yaşı yaşıma denk, it gibi dalaşabileceğimiz bir erkek çocuk mevcut olmadığından, elimdekiyle yetinip, amcamın kızını itip kakıyorum. kötü bir niyetim yok aslında. ellerimle koltuktan destek alıp savurduğum, kendi çapında döner tekmeyi dahi, ona zarar vermek için atmıyorum. hatta şimdi, olayın üzerinden neredeyse otuz sene geçtiği halde, o burnu kanatan kudretteki o tekme, benim yeteneğimle mi o burunla buluştu; yoksa amcamın kızı, ibrahim toraman ya da forma aşkıyla yanan herhangi bir topçu gibi, tekmeye kafa mı uzattı emin değilim. zira tekme burunla temas ettiği sırada, benim arkam dönüktü. detayların pek önemi de yok gerçi. sonuçta o tekme, o burunla buluştu ve o burun kanadı. akabinde kuzenim ağladı; yengemin tüm telkinlerine rağmen, annem beni kınadı. suçluluk ve pişmanlıkla dolu o ızdırap yüklü saatler, annemin beni, "amcan gelsin bak noluyo?!" diyerek tehdit etmesiyle geçti. akşam oldu. kapı çaldı. uzaklardan bir yerlerden amcamın sesi geldi. ben gammazlandım. o an gördüğüm tek müsait olan yere, divanın üstüne yüzükoyun uzandım. ellerim yüzümde.

"kim dövdü benim kızımı? nerde o kızımı döven kurik?"

gözlerim, yüzüm, kulaklarım alev parçası. bunların hepsinin bir oyun olduğunu biliyorum. gözlerim çok acıyor. amcamın, annemin ya da yengemin bana bir fiske bile vurmayacağından; çocuk olduğum için bu kadar tolere edilebildiğimden haberim var. hıçkırıklarımın duyulmaması için sürekli yutkunuyorum. amcam beni çok seviyor. hıçkırıklarımı yutmaktan boğazım, burnumu çekmekten başım ağrıyor. amcam beni o kadar seviyor ki, henüz kundakta olan oğlunu severken hep, "bak kaba aynı sana benziyor, benim oğlum da büyüyünce kaba abisi gibi yakışıklı olacak" diyor. yüzümde ter, gözyaşı ve sümüklerim birbirine karışıyor; divanın yüzümle kaplı kısmı sırılsıklam. babam neden istanbul'da? o beni bu çıkmazdan kurtarırdı! yengem amcama kızıyor; "senin kızın da şımarmasaydı aaa?!" diye bağırıyor. sesler gittikçe uzaklaşıyor. ÇOK UTANIYORUM!!!

freud olsa ne derdi?

hatırladığım en eski ağlayarak uykuya dalışım o gün gerçekleşti. ben o gün, o tekmeyi savururken meydana gelebilecek kazayı hesaplayamadığım için, benim yüzümden birinin canı yandığı için ve en önemlisi, beni seven insanları hayal kırıklığına uğrattığım için çok çok utandım. ben o gün, hiçbir özür kabahatimin izlerini silemeyeceği için çaresizlikten çok ağladım. ben o gün, amcamın yüzüne bir daha bakmak zorunda kalmayayım diye, allah beni hemen alsın, yok etsin diye çok dua ettim.

"beni ne bitirdi biliyor musun? böyle olacağını tahmin edemedim." diyordu eric cantona'ya, hayatı boka batmış kahraman, looking for eric'te. hayatını ziyan eden, sevdiklerinin ona ihtiyacı olduğu anda, o ihtiyacı karşılayacak güce sahip olmayan herkes gibi utanıyordu. ama sinema sanatının, izleyenlere hep kazanabilirsiniz, çaresizseniz çare sizsiniz zırvasını aşılaması gerektiğine inanan güçler, elbette kahramanımıza da sihirli değneklerini değdirip, bizi mutlu sonun şefkatli kollarına bırakıyordu filmin finalinde.

peki ya gerçek?

olmuyor. insan üçünde, yedisinde, üçün beşin hesabını mı yapıcaz yahu, insan ayağa kalktığında neyse, tabuta girdiğinde de aynı. çaresizseniz çare siz değilsiniz aslında. ben o gün çok utandım. basiretsizliğimden, gerizekalılığımdan, bir boku beceremeyişimden dolayı utandım. otuz sene geçti. hala hep bu sebeplerden utanıyorum. sadece artık yüzümü ellerimle örtmüyorum karşılarında insanların. yüzümü örtmek için, yine yüzümü kullanıyorum. yüzsüzlüğümü.

haydi freud sen söyle
ratatatam ratatatam
durma freud sen söyle
ææşkımı sevgiliyeee
derdimi sevgiliyeee

elimle yüzümü kapatmama gerek yok artık. bir kapı var, kapatıyorum. kimse görmüyor o zaman beni.

sahi, freud diye bir şey var mı?

yüzümün bir tarafında, diğerine göre daha çok çizgi var. çünkü gülerken dudağımın hep aynı tarafı batıyor yanağıma -bruce willis gülüşü-. yüzümün bir tarafı diğerine göre daha kırışık. çünkü ben çok gülüyorum.

kuzenimin burnundaki hafif yamukluğun sebebi benim tekmem değil; biliyorum artık. aynaya baktım çünkü. benim de burnum yamuk. ırsi.

divana uzanıp, hıçkırıklarımı yutmama, bu yüzden boğazımın ağrımasına gerek yok artık. kendi yatağım var. kendi evimdeyim. ışığı kapatıyorum.
Read On

adamlar

0 kişi hayrettin

- şu arkandaki top sakallı ibne, saatlerdir sürekli, şu yazar ne demiş, beriki şair şöyle demiş, bir düşünürün dediği gibi diyerek konuşuyo, uyuz oldum lavuğa!
- siktiret. öyle yapınca, yüzüne değil, o gizemli dekoltesinin altında sakladığı, bir sütyen tarafından desteklendiği için mi, yoksa yerçekimine kendi kudretiyle karşı koyduğu için mi ayakta kaldığını merak ettiği memelerin sahibini kafalayacağını düşünüyodur o. zaten o topsakalın sebebi de o lafları söyleyebilmektir bence. imajını siktiğim.
- bi de götüme benzeyen yüzünü kamufle etme isteği olabilir. bilim adamları buna iguana sendromu diyo.
- hassiktir olm, o iguana değildi lan! başka bi hayvandı. neydi lan o?
- siktiret iguana oldu artık. iguanaların iki tane siki varmış!
- biz bi tanesini sokacak yer bulamıyoruz lan!
- kendi adına konuş. o değil de, sen herifin karının memelerine baktığını nasıl gördün lan? herif arkanda amına koyim.
- o önemli değil dayıoğlu. bakıyo mu, bakmıyo mu onu söyle sen.
- bakıyo.
- hoşgeldin, şerefe...
- şerefe... bak bu rakı güzelmiş, bundan sonra hep bundan söyleyelim. geçen seferki zehir gibiydi.
- aynı markaydı oğlum.
- o zaman bundan istemeyelim bi daha. şişeler birbirini tutmuyo.
- hangisi tutturabiliyo ki? işte avrupa birliğine girsek, kalmaz böyle bi sorun. sike sike standart tutturmak zorundalar.
- yok yok, biz yine de bundan söylemeyelim. baksana, içindeki emekli astsubayı çıkarıyo ortaya amına koyim. avrupa birliğiymiş, sikik!
- yalan mı oğlum?! adamlar kokoreçi bile standardize edin öyle gelin demediler mi?
- lan bokun standardı mı olur? bok işte alla alla. sen hergün aynı sıçabiliyo musun? renk, kıvam falan? ama bak o dediğin olsa, bu en çok, aynaya bakarak döner yediğin büfeleri bozar. o tezgahın üzerine koydukları resimlerdeki yemeklerin aynısını yapmak zorunda kalır denyolar.
- ama önce o tabaklardan almaları lazım. melaminle olmaz o iş.
- ya bak hala! sikerim ben bu herifi.
- bu akşam kavga etmek istemiyorum dayıoğlu.
- evet, ben de istemiyorum. zaten dünya klasiklerinden nefret ederim!
- hoşgeldin, şerefe...
- şerefe... dayıoğlu, normalde sadece bi kere kaldırılırmış rakı kadehi. böyle zırt pırt kaldırılmazmış.
- kim belirlemiş onu?
- ne bilim amına koyim. koy götüne rahvan gitsin. şerefe.
- şerefe...
- ben klasikleri okumayı kekremsi tat yüzünden bıraktım.
- kekremsi tat ne lan?
- işte o yüzden bıraktım. kekremsi tat ne bilmiyorum ama ikide bir kitapta lafı geçiyo. sikerim böyle işi. anlamadığım şeyi okuyacak olsam, fransızca kitaplar okurum.
- al lan bak bu kekremsi.
- sarımsak lan bu amcık!
- tamam işte kekremsi.
- siktir oğlum, başta bu kekremsidir deselerdi olurdu; artık olmaz. bu sarımsaktır benim için. tadı da sarımsak tadı. siktiğimin kekremsisi.
- ben de almıştım klasikleri.
- işte buna inanmam dayıoğlu. sen gidip kitap mı aldın?
- yok lan gitmedim; o geldi.
- ?!
- bigün uyuyorum. biri zili çalıyo ama ne çalmak. sanırsın apartman yanıyo, bi ben kaldım içerde, beni kurtarıcaklar. önce duymamazlıktan geldim. bir, iki, üç... durmuyo zil. eeeh sikerim ızdırabını deyip açtım kapıyı. pazarlamacı bi herif...
- sikseydin ibneyi!
- olabilirdi aslında. zira hazırdım. kapıyı ben, baksır donum ve sabah ereksiyonum birlikte açtık. ama herifin umrunda değil. yok böyle fırsat kaçmazmış, yok otmuş, yok bokmuş. ya yok diyorum kardeşim, ben kitap okumam, okuyanı da sevmem, satandan da nefret ederim, dinletemiyorum
adama. üstelik bak, alet gözüne girecek, hiç mi korkmuyosun? ama adam anlamıyo, kapının eşiğine ayağını falan koydu. hala bana klasikleri anlatıyo. karşı komşu kapıyı açtı gürültüye, benim ereksiyonla gözgöze gelip kapadı kapıyı hemen. kadın utandı, herif utanmıyo. kurtulmanın tek yolu satın almaktı. aldım kurtuldum.
- ver kurtul değil miydi lan o?
- eh işte, aynı mantık. şerefe...
- şerefe. okudun mu bari hiç birini?
- bi tanesine baktım biraz. bütün isimler rus ismiydi, aklımda tutamadım ve dünya klasikleri kariyerimi bitirmem gerektiğini düşündüm.
- aslında ben... buyur abi? gürültü mü yaptık? ha, yok böyle iyi... ama biraz daha börülce alabiliriz... eyvallah... yok, ben koyarım rakımı... buz koyma! hah tamam, yeter sağolasın... hay amına koyim ne yapışkan herifmiş. bahşişi şimdiden mi versek? bu ne ilgi alaka amına koyim. versek kurtuluruz! neyse ne diyodum?
- ne bilim kılasik mılasik, bi şey diyodun.
- ha ben aslında bi de, asil burun yüzünden bıraktım klasikleri.
- asil burun?
- evet. bütün karıların burnu asil amına koyim. ne lan bu asil burun diye düşündüm, fatih sultan mehmetin burnu geliyo sürekli gözümün önüne ama saçma oluyo. öyle burnu olan bi karıya kimse bakmaz.
- bence şu karının burnudur asil burun dedikleri.
- hmm olabilir. ama bence götü daha asil.
- göğüsler de hiç avam gibi durmuyo zaten. komple asil bu. düşes amına koyim. şerefe...
- şerefe...
- bukalemun!
- ?!?!
- olm iguana değil, bukalemundu kamufle olan hayvan!
Read On

2009 yılı en iyi çıkış yapan yazar seçimi

21 kişi hayrettin

evet sevgili sözlükçüler, uzun süre düşündük taşındık ve yandaki 10 + 2 yazarlık listeyi çıkardık. alınanlar gücenenler olacaktır ama napalım, kriterlerimiz belli. 2009 yılının en iyi çıkış yapan yazarını arıyorduk. 2009 öncesinde parlayan yazarları listeye almadık bu yüzden. listede olmamanız kötü bir yazar olduğunuz manasına gelmez. sadece buraya girecek kadar tanınmadığınız manasına gelir. o yüzden lütfen itiraz edip şu güzel ortamı bozmayın. hem öyle olsa ben kazanırdım, yine ağlardınız oğlum!

+2 kontenjanı, "abi ben niye yokum ki listede yææ? :(" diye ağlayan, evli ve evli oldukları için yarı ölü sayılan iki yazarımıza ayrıldı. bilin bakalım onlar kim? lsdkfjlsdkjflsdkjfs. yazık la, üzülüyo insan. jüri yüreği işte yufka oluyor bir yerde :/

buyrun adaylar sağ yanda. altın kısrak sizin oylarınızla sahibini bulacak! bütün yazarlarımızın ayağı düz bassın. bahtınız açık, yolunuz falan filan işte öfff :/

not: "çıkış yapmak" üzerinden, çıkıp gitmek esprisi her yapıldığında bir peri ölüyor :/
Read On

2009 yılının en iyi çıkış yapan yazarını seçiyoruz!

80 kişi hayrettin

ne yazarı olacak oğlum, elbette sözlük yazarlığından bahsediyoruz. sözlük yazarlığının piri olmuş bir jüri tarafından, 2009 yılında sözlüğe adım atışıyla ortalığı ayağa kaldıran, genç kız/erkeklerin yüreklerine kor ateşler düşüren yazarı seçiyoruz! bu seçimin son derece demokratik olması için de adayları sizlerin belirlemesine karar verdik. yorum kısmına herkes kendi adayını yazdıktan sonra, eşsiz jürimiz ilk onu belirleyecek. sonrası malum işte, anket yapıcaz ve yine sizler seçeceksiniz bu müttiş yazarı. demokrasi resmen içimize işlemiş la!

elbette hem en iyi çıkış yapan yazara, hem de oy kullananlara süpriz ödüllerimiz de yok değil :/
Read On

seç biyen al *

9 kişi hayrettin

adam1: aloo, kaba naber karşim?
kaba: iyi bro nolsun, sen nassın?
adam1: iyi iyi, kaçta geliyon semte? erken gel de maçtan önce geniş geniş içelim mınakoym!
kaba: yaa ben zaten bienalde olcam, haber ettiğiniz an damlarım olm. yakın sonuçta.
adam1: dienar mı? ne işin var lan dienarda?!!
kaba: dienar? :/mühim bişi deyil. sen beşiktaşa gidince ara işte, ben gelirim hemen.
adam1: taam karşim. dienar demek... neyse görüşürüz.
kaba: görüşürüz.

****

adam2: aloo kaba karşim naber?
kaba: oo abim, iyidir yaa sen nasılsın?
adam2: eyvallah. gidiyon mu maça?
kaba: elbette abi.
adam2: kaçta semtte olucaksınız? bi görüşelim maçtan önce özledik olm.
kaba: abi millet kaçta derse orada olurum. zaten karaköy'deyim, yakındayım yani.
adam2: ben de sabah ordaydım la...
kaba: aa bienale mi geldin abi?
adam2: ney? yok lan halat almaya gittim tekne için.
kaba: haa taam abi, gelince ararsınız işte.
adam2: tamam. ney demiştin demin?
kaba: boşver abi, görüşürüz :((

****

adam3: alooo kabaa?
kaba: baarma lan! noldu?
adam3: nabyon adamım? kaçta iniyon semte?
kaba: neblim la, millet ne zaman derse?
adam3: nerdesin ki sen?
kaba: karaköy'deyim.
adam3: ehuehue olm cenabet gelme la maça, zaten takımın durumu fena ehuehuehe
kaba: aman ne komik! sigigit!

birgün içinde gerçekleşmiş telefon konuşmalarından bazılarını okudunuz. biliyorum; benim gibi bir sanat aşığının çevresinde bu adamların ne işi olduğuna şaşırdınız. şaşırmayın. ben şaşırmıyorum çünkü. ÜZÜLÜYORUM! adamın daha dienara tahammülü yok, ben bunlara bienali nasıl anlatayım la? :/

o gün maçtan önce görüşeceğim pek sevgili sevgilimin, bu buluşmayı bienalle şenlendirme teklifini coşkuyla kabul ettiğimde, bu tarz konuşmalar yaşayacağımdan haberdar değildim elbette. ki bunlar o günkü talihsiz konuşmalarımın tamamı da değil. misal yolda denk geldiğim bir başka arkadaşımın, en başta bienale gittiğimi duyunca coşum olması ve beni bienalle ilgili bombardımana tutması da var. özellikle görmemi tembihlediği bir eser için, "yanında, altında filan ne anlattığı yazıyo mu?" diye sormamdan sonra, "abi sen bienale kimle gidiyon? :/" diye tepki vermesi sonra... yani diyor ki, "abi sen eş durumundan gidiyon heralde bu bienale?". bak bak densize bak! lan nalakası var? beni tanıyan herkes kavramsal sanata olan tutkumu bilir! modernlik nerde ben ordayım oğlum! modern dans mesela (meditatif?). yeğen var benim, modern dansın kralını yapar. çocuk zencilerden daha iyi rep yapıyor. yengem az mı ağladı, "bu çocuk yüzünden ku klux klancılar evimizi kundaklayacak" diye tehey.

---sevgili okurlar, bir önceki okuduğunuz paragraf biraz sert oldu farkındayım. lakin arada perde astım lan sinirliyim!!---

neyse işte, bienale gitmeden önce sabah erken kalkıp son bi tekrar yaptım. retrospektif, enstelasyon, minimalizm, küratör, kuruvazör, kombi mombi gibi hayati değer taşıyan kelimeleri ezberledim. sonuçta bizim çekyatlarla uyumlu bir tablo, bir biblo miblo bişey de almak istiyordum ne zamandır. bu bienal ziyareti iyi olacaktı o yüzden.

karaköy'e vardığımda bizim hanımlan arkadaşı antrepo ziyaretini bitirdiğinden istanbul modern'e geçtik. antrepo kısmını kaçırdığım için aklım orada kaldı. sonuçta belki de bizim çekyatlara uygun işler vardı dostlarım, öyle hemen şeyapmayın. bu yüzden bişiler yiyip izlenimlerini benimle paylaşmalarına karar verdik. yemeklerimizi yerken çantadan bir kitap çıktı. adamlar bienalin kitabını yapmış la kaçırdıysanız üzülmeyin. o kitapta, sol tarafta gördüğünüz eserle ilgili üç sayfa yazı vardı! ortası yenmiş bir dilim ekmek için üç sayfa yazı la! neler anlatmıyormuş ki bu ekmek tey tey. bunun üzerine ben kitabı çıktıysa kesin filmi de yapılır diye düşünüp, filmini beklemeye karar verdim. la bi dilim ekmek anasını satim yaa. modern sanat engin bir derya resmen!

birkaç kadeh içtikten sonra, istanbul modern'deki sarkis'in "site" sergisini gezmek için hazırdım. sergiye girince eleştirmen yönümü hakkıyla gösterebileceğim eser arayışına girmiştim bile. o an gözüme sağ yanda gördüğünüz korkuluk ilişti. sonuçta zamanında teyip sardıktan sonra allahı kayan kimbilir kaç tane doksanlık kaset tamir etmiş adamım. ben anlamayacaktım da kim anlayacaktı o cinneti?! sarkis de arabada dinlemelik kasedini teybin elinden zar zor kurtardıktan sonra tamir etmeye çalışırken delirmişti belli ki! kim delirmez ki o durumda dostlar? tam bir sabır imtihanıdır o tamir işlemi. ve sarkis bunu, o bantı korkuluğa çevirerek çok güzel imgelem şeyi haline getirmişti. ben bunları gerine gerine anlatırken, top sakallı bir arkadaşın ayıplayan bakışlarını görmemle biraz şeyolmadım değil :(( hemen uzaklaştım korkuluktan. yara alan imajımı tedavi etmem gerekiyordu ve aradığım eser karşımdaydı!!

hemen sağ elimle çenemi ovuşturmaya başlayıp, eleştirmen duruşumu takınmış, "işte gerçek bir sistem eleştirisi! sarkis gerçekten emperyalist şeylerinin kalbine batırmış sanat hançerini adeta! azalan su kaynakları ve bunları şişeleyip bize satan kompradorlar bundan daha iyi imgeselleştirilemezdi. sonuçta hepimiz çocukken mahallelerimizdeki musluklardan kana kana su içiyorduk ama şimdiki çocukların böyle bir şansı hiç olmayacak..." diye nefes almadan hünerimi sergiliyordum ki... "birader bi çekil de su içelim, dilimiz damağımız kurudu!" diyen ve omzumu tıptıplayan o özgüven yıkıcıyı, o şerefsiz top sakallıyı gördüm sol omuz başımda! zebani sanki amına koduğum!! bu son darbe olmuştu adeta can çekişmekte olan imajıma. bunu kaldıramazdım dostlarım yoo yoo. hemen uzaklaşmalıydım o şer yuvasından!! ve koşmaya başladım...

daha üçüncü adımımı atmamıştım ki, sabah beri ayağımdan çıkmasınlar diye ayak parmaklarımı dürerek gezdiğim, anamın seneye de giyeyim diye iki numara büyük aldığı sıpor ayakkaplarımdan biri ayağımdan fırladı :(( ben tek ayağımın üzerinde üç dört kez sektikten sonra ancak durabilmiştim ki, ne göreyim?! bir sanat aşığı manitasıyla birlikte yerde aciz bir şekilde yan yatmış olan ayakkapı yorumlamaya başlamış bile! "işte yalnızlaşan modern insanın çaresizliği ancak bu kadar muhteşem anlatılabilirdi! bravo sarkis!" gibi şeyler zırvalarken, kemik çerçeveli gözlüklü şerefsiz, ben beş altı adım ötede çömelmiş ağlıyordum :((

sevgilim kendisini ittirip, ayakkapımı bana uzatırken, hayatıma kast eden top sakallı ibne ise etrafıma insanları toplamış, "işte dünyada gelir dağılımının adaletsizliğinin olabilecek en güzel yorumu! gerçek bir başyapıt!" gibi şeyler söyleyip bıyık altından gülüyordu. sevgilimin elinden ayakkkabımı alıp giydim. gözlerimdeki yaşları silip ayağa kalktım. top sakallıya yanaşıp, "sen o sikik entel arkadaşlarınla, elli kuruşa çay içip sigara dumanı altında ömrünü tüketirken, ben yiyorum lan adaletsiz gelir dağılımının kaymağını piç!" dedim kulağına ve koşmaya başladım! bu kez ayakkaplar ayağımdan fırlamasın diye asla yerden kaldırmadım ayağımı....

****
adam4: kaba nerdesin lan? gelmiyon mu maça?
kaba: geliyorum olm! daha şimdi çıktım bianelden.
adam4: off demirel taklidi yapmak doksanlarda bile demodeydi be olm, binaleyh ne yaa :/
kaba: çenemin bağını sikeyim ben kendim bizzat!
adam4: ahahaha sakin ol lan!
kaba: bana bi büyük söyleyin on dakkaya ordayım!!

* başlığı birkaç hafta önceki penguen'deki dudullu postası'ndan apardım :/
Read On

türk soluna sesleniş!

14 kişi hayrettin

breh breh başlığa bak, hey gidi lskdflksdfjls. insan hayatında bazı anlar vardır ki o anlara, biz bilim adamları "dönüm noktası" deriz. o andan sonra hayat asla eskisi gibi olmaz. yıllar evvel, televolelerin televole olduğu zamanlardan birinde, ben böyle yayılmışım televizyonun karşısında, acar muhabirlerimizden biri de avrupa'nın çeşitli yerlerindeki gurbetçi gençlerimizin burnuna mikrofunu, gözüne kamerayı sokup, türkiye hakkında sorular soruyor. gece kulübünün birinde, alabildiğine dekolte, dans etmekten bitap düşmüş, kanter içindeki bir kızcağızı yakaladı bu. kızımız tam gurbetçi prototipi. böyle üç gün fondötene yatırılmış , üstüne iki kat astar çekilip subazlı plastik boyayla renklendirilmiş bir yüz, saçlar civciv sarı, kaşlar zifir siyah, her tarafından altın takılar sarkmakta. işte bu hanımkızımıza muhabirimiz, "türkiye'nin başkentini biliyor musun?" diye sordu. zaten gece kulübündeki baslardan hanım kızımızın kulaklar pert, beyin de pelteye dönmüş, anlamakta zorluk çekiyor. iyice yaklaştırdı kulağını muhabirin ağzına, "ney?!!" dedi. muhabir soruyu tekrarladıktan sonra, "elbette biliyorum" dercesine başını aşağı yukarı sallayıp, mikrofunu yuttu :/ lsdfjsldkfjs yok lan yutmadı, ama bayağı yaklaştı yutmaya. ve benim kaykıldığım koltuktan zıplamama sebep olan cevabı yapıştırdı: "ADANA!!"

ya insan başkenti bilemeyebilir. ne bileyim, atatürk'ün ilk rakı içtiği tarihi, efendime söylim papatya ekmeğin fiyatını falan, birçok şeyi bilemeyebilir. bunlar mühim değil. ama o kızın şivesi!.. ses tonu!.. yıllar geçti ama hala kulaklarımda la :/ şöyle açıklamaya çalışayım: sesinizin en kalın halini, kelimeyi olabildiğince gırtlaktan söyleyerek kullanın. her heceye ölümüne vurgu yapın ama. hatta vurgu hafif kalır, çekin silahı, her heceyi vurun! 'da'yı vurduktan sonra üzerinde zıplayın bir de. zira en önemli hecemiz o bu kelimenin telafuzunda. off yazarak anlatmak çok zor bunu. birgün ben size uygulamalı gösteririm. o zaman bana hak verirsiniz eminim. şive komiği yapacam la yaşadınız lsdfjklsdkfjslf. yaa ben bu olaydan yıllar sonra içkili bir ortamdaydım, dalmış bulunup "ADANA" dedim. masadan biri "aman allahım sen!! sen, o gurbetçi kızı biliyorsun!!!" dedi. sarılıp ağladık :( o yüzden bana hatırlatın size bir kez "ADANA" diyeyim.

ben bu kızı izledikten sonra, anladım ki artık hayatım asla eskisi gibi olmayacak. ertesi sabah erkenden kalkıp taksime gittim. zira şengen konsolosluğunu bulmam gerekiyordu. vize onlardan alınıyormuş; öyle demişti bi abi. ben avrupanın neresine denk düştüğünü bilmediğim şengen ülkesinin konsolosluğunu istiklal'de ararken, arkamdan biri ense köküme bir tane patlattı ve o gür sesi duydum! o sesi ve o tarz el şakalarını nerde olsa tanırım: travis and tyler durden! "nabıyon lan kabaaa?!" dedi, el ense çekerken. durumu hızlıca izah ettim. "ee ne var bunda, türkiye'nin başkenti adana diyil mi olm zaten?" dedi, iflah olmaz(?) adanalı t&t. ben kendisine, "sürekli üçüncü sayfalara haber olmanın bir şehrin başkent olması için yeterli kriter olamayacağını, zaten başkent dediğinin, içinde barındırdığı palamento dolayısıyla genelde ilk sayfada haber olduğunu" tane tane açıklamaya çalışırken, o, koluma girmiş beni nevizade'ye doğru sürüklüyordu bile. ikinci birayı içerken, ben o gurbetçi kızı bulmaktan vazgeçmiş; dahası, başkentin adana, cumhuriyetimizin kurcusunun ise hacı ömer sabancı olduğuna ikna olmuştum...

***

geçtiğimiz pazar sabahı, ankara'dan gelen misafirlerimi, boğazda bir kahvaltı yaptırarak ezmek için almaya giderken, o günün de bir dönüm noktası olduğundan habersizdim elbette. ben, sadece şehirlerinde deniz olmayan o garibanlara boğazı izleterek üstünlük taslamak peşindeydim. fakat yolda, tam ortalarına düştüğüm bir konvoy her şeyi değiştirdi. zira onlarca arabanın üzerindeki bayraklar ve en önemlisi "mustafa sarıgül dişi" posterleri gözlerimi kör etti! her taraf beyaza bulandı! lanet olsun hiçbir şey düşünemez olmuştum. güneş mustafa sarıgül dişi, asfalt jöleli mustafa sarıgül saçı olmuştu adeta. çengelköy'de kahvaltımızı ederken, ankaralı misafirlerim denize sırtımı dönmemi, sürekli burada yaşamaktan kelli boğaza yüz vermeyişime yorsa da, gerçek bu değildi. suyun üzerinden yansıyan her bir hüzmenin, zihnimde mustafa sarıgül dişine dönüştüğünü bilemezlerdi ki!! nerden bilsinlerdi istanbul boğazının benim için o an devasa bir mustafa sargül gülümsemesi olduğunu?!! :((

ah ben ne bileydim?! vay ben nerden bileydim başıma geleceklerin bununla sınırlı olmadığını?! çekilecek çilem varmış a komşular :( akşamına, dedik gidelim iki türkü dinleyelim, hazır erkan oğur ile ismail demircioğlu bostancıda sahne alıyormuş, huşu içinde kendimizden geçelim... ama benim bahtım kara! ama benim alnımın yazısı yazı değil amına koyayım! gittik bostancıya. gittik gitmesine lakin, ne göreyim?! bu bir yardım gecesi değil miymiş? ben yüzyirmi yıl sonra yeniden sol bir ortama girdim o gün. üstüm başım sol jargon oldu la :/

söz konusu organizasyon küba'ya yardım organizasyonu imiş. kasırgadan zarar gören küba halkı için birleşmiş eller. birleşsin ziyanı yok. çorbada tuzumuz olduysa ne ala. lakin, neden bana o eziyeti yapıyorsun arkadaş sen?! ben zaten sabah beri, türk solu neden bir dizi beyaz dişin ışığına kapılmış, neden bir kutu jöle peşinden gidiyor onu çözememişim daha!! sen bana neden nefes almak için zaman tanımıyorsun?!!

etkinliğin sunucusu, her solcu rakı masasında en az bir adet bulunan tipte bir abi. sesi sigara ve alkolden çatal çatal olmuş (çatalhöyük), bıyıklar nikotin sarısı, kot pantola girmemekte direnen bir gömlek ve onun üzerine giyilmiş bir yelek! bu adamlardan, şayet denk geldiyseniz bilirsiniz, tüm solcu rakı masalarında olur. ikinci dubleden sonra şiir içinde bırakırlar masayı. bunların yüzünden salatadaki taptaze yeşillikler pörsür, soğanlar yıvışır. ağız tadıyla içirmezler insanı. işte böyle bir abi sunuyor organizasyonu. ve elbette, elinde tuttuğu mikrofonu yok sayarak, bağır çağır sunuyor. bu öyle fantastik bir gece ki, kutsal küba bayrağını daha yukarı taşımak için yeminler ediliyor çatalhöyük abi önderliğinde! lakin, bu yeminleri, türkçe bilmediği için anlamayan tek kişinin, salondaki tek kübalı olmasını kimse iplemiyor. hatta, o anda orada bulunan insanlar içinde o abi dışında küba'yı görmüş kimsenin olmaması da benden başka kimseyi ilgilendirmiyor. o abinin de gördüğüne emin değilim ama, büyükelçi olduğuna göre bir kez de olsa küba'da bulunmuştur diye tahmin ediyorum. çatalhöyük abi, emperyalizmin ve elbette amerika'nın anasına bacısına yeterince sövdüğümüze kanaat ettikten sonra, gecenin ilk sanatçısını davet ediyor sahneye: şevval sam! yaa siz bir saat boyunca şevval sam sevimliliklerine maruz kaldınız mı arkadaş, bana bi deyin hele?! eteğini iki yandan tutup, ilkokul müsameresindeymişçesine sağa sola yarım tur salınan bir şevval sam diyorum size!!! lütfen anlayın beni. lütfen anlayın isyanımı!!! yaa bana ibnelik yapmayın, isyan ediyorsam sebebi var lan!!!

sevgili türk solunun duayenleri! ben, yüzyirmi yıl sonra tekrar sol bir ortamda bulunmuş olan kaba şimşek, gördüm ki zerre ilerlememişsiniz yahu! yaa gıdım ilerlememişsiniz ama! gördüğüm tek değişim, samsun sigarasındaki ısrarınızdan vazgeçmiş olmanız. bu da bişey elbette. ama yetmez!!! şimdi bazı tespitlerimi madde madde paylaşacağım sizlerle! artık kendinize bu bilgiler ışığında bi çekidüzen verirsiniz heralde!!!

dost

sldfjksdlfkjs yaa abi bu ne yaa?! hayır bak, iyelik de kullanmıyorsunuz ki bi şeye benzesin. gerçi öyle bile fena ama "ahmet dost" ne yaa? keza bununla birlikte, bir de "arkadaş" var. onu da iyeliksiz kullanıyorsunuz. "fidel arkadaş" sldfkjlsdkfjs. yapmayın abi! iyelik kullansan o da ayrı dert. sanki koluna girip bi hava almaya çıkaracak, dışarıda da temiz bir dayak atacakmışsın gibi olur. "arkadaşım sen bi gelsene şöyle!" gibi. bence bu iki hitap şeklini ivedilikle (ivediliği de silin eliniz değmişken sldkjflsdkfjs) silin jargondan. hacı deyin, hafız deyin, aga deyin, yaa biLader bile olur. valla bak, hepsi olur yaa, ama dost ve arkadaş bitsin artık. söz konusu gecede, o kadar çok dost ve arkadaş dendi ki dört dişim çatladı sıkmaktan :(( mustafa sarıgül nasıl tahammül etmiş yıllarca anlamak güç. şimdiye onun hiç dişinin kalmaması gerekiyordu halbuse. ama günden güne artıyor adeta adamın dişleri :/

repertuar

bir çırpıda ilk aklıma gelenleri sayayım: dostum (hala mı yaa lskdfjsldkjflksdf), arkadaş (ulan bu hitap stillerinin sebebi bu şarkılar mı yoksa lsdkjflsdkfjs), karlı kayın ormanı, leylim ley, çökertme, ey özgürlük, bekle bizi istanbul, çav bella ('çal' diyo lan yarınız lsdkfjdlskfjs), potpori, oyun havalarısdlkjfsdlkfjlsdfs... ilk aklıma gelenler bunlar. elbette çoğaltılabilir. her bir araya gelişinizde şunları söylemeyin artık. zaten hepi topu yedi nota var, milyonlarca şarkı yapıldı siz uyurken :/

mesela, o arkadaş şarkısını, onaltı yaşında bebelerin bir terennüm edişi var, sanırsın yirmi arkadaşını devrim mücadelesinde şehit vermiş. gözler dalıyor, sigara körükleniyor teheeey. yapmayın!

zülfü livaneli'nin sesi devrimi engelledi abi benden söylemesi. enerjiniz çekildi haberiniz yok. nasıl tahammül ettiniz o sese yıllarca?! sırf bu yüzden çıkarın repertuardan onun şarkılarını bence.

diğerleri neyse de, çökertme'yi repertuardan çıkarmanız şart! büyük bir çoğunluk bu türkünün, istanbul'dan bodrum istikametine gitmekte olan "halil arkadaş" idaresindeki 34 ttv999 plakalı otomobilin, mıcır yolda, sürücünün bir anlık dalgınlığı sonucu kontrolden çıkarak, karşı şeritten gelmekte olan "ibram çavuş" idaresindeki 48 zzz 777 plakalı kamyona çarpması sonucu meydana gelen kazada ölen "halil arkadaş" (41) için yakılmış bir ağıt olduğunu sanıyor bence. yoksa neden "burası da 'asfalt' değil halilim" desinler ki? :/

tek sorun bu da değil çökertme hususunda. bunu söylediğiniz an otomatikman birileri çıkıp oynuyor! ona oynamak denirse tabi sldkfjlsdkfs. genelde bu cevval arkadaşlar ağır alkol etkisi altında oluyorlar. e zeybek dediğin şey de biraz denge istiyor malum. zira tek ayak havada duruyorsun saniyelerce. ama bu amcalar alkollü! onu da geç, yıllarca solcu rakı sofralarında çatalhöyük abi gibilerden şiir dinleye dinleye orta kulağı da ellerine almış oluyorlar. yani denge problemleri default zaten bu amcaların. o zaman da zeybek oynamıyorlar da sanki tarihteki tüm zeybeklerin kemiklerini sızlatıyorlar el birliğiyle. bu da çökertmeyi çıkarmanız için önemli bir sebep sanıyorum. lan hiçbirine aklınız yatmadıysa o amcalara acıyın amına koyim! hiç mi insafınız yok yahu?! düşüp kıracaklar götü başı!!! çökertme konusunda sorun çıkarmayın lütfen!!

che tişörtü

genç solcular için diyorum. yeter la! bolivyalısı, kübalısı bu kadar benimsemedi adamı. lan fidel sizin kadar sevmedi adamcağızı yeminle! ev tişörtü yapın artık onları rica ederim.

halay-ı mukaddes

lsdkfjsldkfjlsf tabi ki yok lan öyle bişey! olmasın yani. ama siz öyleymiş gibi davranıyorsunuz; canım sıkılıyor. abi halay o! eğlence yani. nasıl anlamlar yüklediniz üç ileri, iki geri bir aktiviteye ya. o nasıl ciddi ifadelerdir öyle sdlkfdslkfjs. bari çeşitlendirin. hep aynı olmasın. gerçi onu bile beceremiyorsunuz; ben de kimden çeşit bekliyorsam?! o katıldığım gecede, sekiz kişi halay çekti, sekizi de ayrı emprovize takıldı sldkfjsdklfjs. istatistik bilimine göre bir yerde bazı hareketlerin en azından iki kişide senkronize olması gerekiyordu ama herifler bilimi de dize getirdi la sdkfjlskdfjs. çalan müzik ne olursa olsun, ritm ne olursa olsun, elleri belinde hep aynı şekilde seken yeşilli ablayı saymıyorum bile. onu bilim incelemeli! en azından ortopedistler incelesin. zira sanırım kendisinde kalça çıkığı vardı; kalça sürekli sağa çekiyodu :/

sakal bıyık

erkeklere karışmam bu konuda. adam sakallarının arasında bir şey besliyor belki, belki bir habitat olmuş orada (suavi) o sebepten karışmam. ama kadınlar... abla allah aşkına tıraş olun yaa :(( solcu bıyığı kavramı erkekler için var, siz hepten karıştırdınız her şeyi birbirine! yandı devreler resmen! iple de alabilirsiniz. ilk aşamada kalın ip alın ama :/

saç

kadını erkeği fark etmiyor bu konuda. niye besleme model geziyorsunuz arkadaş?! gidin benim berbere, selamımı söyleyin, düzgün bir model yapsın. içim parçalanıyor sizleri öyle gördükçe yaa :( hayır! mustafa sarıgül'ü örnek almıyorsunuz o konuda?! ülkemizin jöle rezervleri bu yükü kaldıramaz!!

bülent ecevit

biliyorum, emperyalist dünyanın söylediği her şeye şüpheyle yaklaşıyorsunuz. inanasınız gelmiyor. ama benim adli tıpta tanışlarım var, vallahi ölmüş rahmetli. yaa sizin yüzünüzden "ölmüş rahmetli" gibi saçma sapan bir kalıp kullandım, delirttiniz beni. öldü adam! bana inanmıyorsanız rahşan ecevit'e sorun. o yaşıyo hala :\ yaa abi saçmalama ne elvis'i ne diyon bi git şurdan yaa! alın lan şunu başımdan!!! adam için helva kavurun, lokma dökün bir şey yapmak istiyorsanız. oy vermeyin lan ölü adama; günah! sarıgül'e de vermeyin ama :( ohooo siz harbi hiç beni dinlemiyorsunuz. kızıyorum ama!

can baba

hepiniz mi rahmetliyle rakı kadehi tokuşturdunuz anlamıyorum ki ben lsdjkfsldkfjlsdkfj. onbeş yaşında adamların bir can baba deyişi var, sanki şiirlerini ilk onlara okutmuş "yaa şöyle bişi yazdım nası olmuş?" diyerek. nabıyonuz abicim? can yücel deyince değeri mi azalıyor? yoksa can baba deyince siz mi kıymetli oluyorsunuz? nazım hikmet'e bir müddet daha nazım deyin ama bu can baba muhabbetine son verin! "nazım" şeklinde hitabı da bu ekstra duruma alışana kadar izin veriyorum ha ona göre!! sonra o da bitecek.

deniz baykal

yuh artık bunu da benim söylememe gerek yok heralde sldkjfsldkfjlsdkfjs. bak hemen mustafa sarıgül diyo yaa! la olm nalakası var?! ikisini de silin aklınızdan. sarıgül kabineyi saba tümer'iyle, izzet yıldızhan'ıyla doldurursa napacan?! avrupa birliği gözümüzü alıyorsunuz deyip hepten sırtını dönmez mi bize?! pancurları kapamaz mı dangalak?!!! yaa bu sarıgül'e günde iki paket sigara mı içirsek? yanında da bol şekerli kahve? bence güzel fikir. düşünün bunu.

***

neyse ki şevval sam'dan sonra erkan oğur ve ismail hakkı demircioğlu çıktı da sahneye, normale döndüm. bu normale dönmüş halim. dönmesem, üç cilt yazardım heralde lsdkjflsdkfjs.
Read On