var gibi aslında ama yok bi' şey

3 kişi hayrettin

olağanüstü sıradan ve fevkalade olağan bir gündü. o gün hem ilikleri titreten kuzeyli bir soğuk, hem de fırın kapağı açıldığında yüze vuran yalazaya benzetilebilecek bedevi bir sıcak vardı. bir çocuk ellerinin ve burnunun kıpkırmızı kesilmesine aldırmadan, basılmamış karlara basma telaşında, yağan karlara aldırmadan koşuyordu. bir çift yaslı göz, otobüs durağının karşısındaki ahşap köşkün paslı demir parmaklıklarından hiç gelmeyecek sevgilisinin yollarını gözlüyor; yalnız bir kadın penceresine vuran yağmur damlalarının camdan aşağı kendilerince bir yol çizerek süzülmelerine bakarak akıp giden hayatı için kederleniyordu. mütevazi caminin avlusundaki yüzü çatlamış kurak toprakları andıran ihtiyar, son yolculuğuna çıkmadan az önce üzerine yatıp dinleneceği musalla taşını, höpürdeterek yudumladığı çayını emanet ettiği bir sehpa olarak kullanırken, yıllar önce işe yetişmek için topukları sırtına değecek kadar hızlı koşmasına rağmen kaçırdığı vapura hayıflanışını, ama bir sonraki vapurda hayatının aşkıyla karşılaşmasını anımsadı. annesinin mutlaka pazarlık yap diye tembihleyerek alış verişe yolladığı kızın elindeki poşetlerin birinden fırlayan yemyeşil bir elma, yuvarlana yuvarlana giderek daha önce oralarda hiç görmediği, birkaç saat önce erkekliğiyle ilgili alaylı söylentilerden usanıp, cebindeki parayı denkleştirip tüm cesaretini toplayarak yaşlı ve çirkin fahişelerle dolu bir genelevin kapısından içeri, etkisinden hayatı boyunca kurtulamayacağı bir adım atmış olan, ergenliğini çoktan geride bırakmış esmer bir delikanlının ayaklarının önünde durdu. rızası alınmadan gerçekleşen bir evliliğe mahkûm olan kadın, ihtiyar kocasının, çıplak vücudu üzerinde ileri geri giderken çıkardığı hırıltıları unutmak ve bedenindeki izlerden kurtulmak için saatlerce banyoda kalarak suyun altında ağlarken; meydandaki çeşmenin gölgesinde tembelliğin tablosuna figüranlık yapan gececi köpek irkilerek başını kaldırdı. ve yetmezmiş gibi, kulübesinde kendi halinde yaşayan, yüzü yılların yorgunluğunu gösteren kırışıklarla dolu olan yaşlı bir balıkçının can yoldaşı olan çoban köpeği, gecenin bir vakti sessizliği yırtarcasına havlamaya başladı. o gece, vadinin iki yamacı arasında işveli bir rakkase gibi kıvrılan yolda hırıldayan bir arabaya, tozu dumana katan bir atlıya ve umursamaz makamındaki ıslığıyla sessizliğe tecavüz eder halde aksak adımlarla yürüyen bir delikanlıya rastlamak mümkündü. vagonları sevda, özlem, gurbet çilesi, sıla hasreti, ayrılık acısı, kavuşma heyecanı ve envai çeşit hayat hikayeleriyle hınca hınç dolu tren istasyonda dururuken, birçok insan yepyeni bir hayata başlamak için terminalden kalkan ilk otobüse atlayıp, yol boyu başlarını cama yaslayarak düşüncelere daldı. içtiği her kadehin çetelesini yüzünde tutmuşçasına buruşuk suratlı bir adam, çocuklarını da yanına alarak başka birine kaçan karısından ve kendisini en zor zamanlarında yüzüstü bırakan dostlarından yediği darbeyi unutmak için rutubetli bir meyhanede tek başına rakısını yudumlarken, piposu solunum sisteminin doğal bir uzvu haline gelmiş kır sakallı yazarın parmakları, bütün mekanik cesaretiyle dijital devrime meydan okuyan emektar daktilosunun üzerinde zarif adımlarla dans etmeye başladı.

o gün, o gece ve hatta başka günler ve geceler de, enteldantel'in ya da erkek güzeli sefil bilo'sunun sandığının aksine anlatılmaya değer bir şey olmadığı için değil, tabiatları gereği olağanüstü sıradan ve bir o kadar da fevkalade olağan günlerdi. çünkü dünya bizi şaşırtmak için sürprizler hazırlamaya mecali olmayacak kadar yorgun. zaman, bizim düşündüğümüzden daha ihtiyar ve huysuz. biz, şımarık çocuklar gibi doyumsuzca onlardan yeni şeyler talep ederken, kalkıp yüzümüze bir tokat atmaya üşenecek kadar bezginler.

bütün gün çarşafının altında sakladığı, para hırsıyla okyanusları aşıp yeni kıtaya gelmiş aç gözlü avrupalılardan gizledikleri güzelliklerini onlar uyurken yanıbaşlarındaki derenin dibinde, ölgün ayışığında sergilemeye çalışan altınlar kadar sarı saçlarını, evindeki çıplak ampul ışığında, perdenin tam kapalı olmadığından habersizce ortalığa saçtı genç kadın. on bir aydır evli ve altı buçuk aydır karnında çocuğunu taşıdığı adam, odaya girdiğinde hem altın sarısı saçları, hem de tam kapanmamış perdenin aralığından karşı balkondaki adamı gördü. perdedeki çatlağı yamadıktan sonra, hem karısına, hem de karnındaki çocuğuna, bildiği tek yöntemle hak ettikleri cezayı verdi. kadın, kaldırıldığı hastanede, kucağına alamadan kaybettiği çocuğunu bedeninden alarak onu hayatta tutan, girdiği her mecliste kadın hakları hakkında atıp tutan doktorun, gözlerine hiç değmeyen gözlerine baktı. balkondaki adam, tam karşısındaki perdenin az önce yamandığından habersiz, içkisini bitirip içeri girdi. doktor, eldivenlerini çıkarıp çöpe attıktan sonra ellerine yıkarken, az önce ölümden döndürdüğü kadının hikayesini ileride nasıl anlatacağını tasarlamaya başladı. tekmeleriyle babalığını erteleyen adam, sigarasının son nefesini üfleyip, cesedini hastane bahçesine gömdü. annelik ehliyeti kocası tarafından elinden alınan kadın, ilaçlara daha fazla direnemeyerek gözlerini kapadı.

dünya varolduğundan beri meydana gelen bu olaylar, binlerce yıl öncesine dayanan insan icadı bir gelenekle, abartılı betimlemelerle sıradanlıktan kurtarılmaya çalışıldı. hiçbir şey değişmedi. günler, geceler, dünya, hayat olağanlığından taviz vermedi. hiçbir gün anlatılmaya değer bir şey olmadı. biz yine de anlatmaya devam edip, sıradanı olağanüstü sıradan, olağanı fevkalade olağan hale getirdik.
Read On

otopsi #2

3 kişi hayrettin

"kim dövdü benim kızımı? nerde o kızımı döven kurik?"

öncelikle kurik, elazığ civarlarında sıpa demek. sonralıkla, seri halde sorular soran ise amcam. haliyle dayak yiyen kızı da kuzenim. tahmin edeceğiniz üzere, o kurik benim. ve çok uzakta da değilim aslında. ben onu görmüyorum ama, ellerim yüzümde, yüzükoyun yattığım divanın karşısındaki divanda oturduğunu biliyorum. elbette beni gördüğünden de haberim var. devekuşu değilim. o kadar kafam çalışıyor.

seneyi, haliyle de yaşımı tam bilmiyorum. üçle beş arasında bir dönem olduğunu biliyorum sadece. elazığ'dayız. amcamlarda yaşı yaşıma denk, it gibi dalaşabileceğimiz bir erkek çocuk mevcut olmadığından, elimdekiyle yetinip, amcamın kızını itip kakıyorum. kötü bir niyetim yok aslında. ellerimle koltuktan destek alıp savurduğum, kendi çapında döner tekmeyi dahi, ona zarar vermek için atmıyorum. hatta şimdi, olayın üzerinden neredeyse otuz sene geçtiği halde, o burnu kanatan kudretteki o tekme, benim yeteneğimle mi o burunla buluştu; yoksa amcamın kızı, ibrahim toraman ya da forma aşkıyla yanan herhangi bir topçu gibi, tekmeye kafa mı uzattı emin değilim. zira tekme burunla temas ettiği sırada, benim arkam dönüktü. detayların pek önemi de yok gerçi. sonuçta o tekme, o burunla buluştu ve o burun kanadı. akabinde kuzenim ağladı; yengemin tüm telkinlerine rağmen, annem beni kınadı. suçluluk ve pişmanlıkla dolu o ızdırap yüklü saatler, annemin beni, "amcan gelsin bak noluyo?!" diyerek tehdit etmesiyle geçti. akşam oldu. kapı çaldı. uzaklardan bir yerlerden amcamın sesi geldi. ben gammazlandım. o an gördüğüm tek müsait olan yere, divanın üstüne yüzükoyun uzandım. ellerim yüzümde.

"kim dövdü benim kızımı? nerde o kızımı döven kurik?"

gözlerim, yüzüm, kulaklarım alev parçası. bunların hepsinin bir oyun olduğunu biliyorum. gözlerim çok acıyor. amcamın, annemin ya da yengemin bana bir fiske bile vurmayacağından; çocuk olduğum için bu kadar tolere edilebildiğimden haberim var. hıçkırıklarımın duyulmaması için sürekli yutkunuyorum. amcam beni çok seviyor. hıçkırıklarımı yutmaktan boğazım, burnumu çekmekten başım ağrıyor. amcam beni o kadar seviyor ki, henüz kundakta olan oğlunu severken hep, "bak kaba aynı sana benziyor, benim oğlum da büyüyünce kaba abisi gibi yakışıklı olacak" diyor. yüzümde ter, gözyaşı ve sümüklerim birbirine karışıyor; divanın yüzümle kaplı kısmı sırılsıklam. babam neden istanbul'da? o beni bu çıkmazdan kurtarırdı! yengem amcama kızıyor; "senin kızın da şımarmasaydı aaa?!" diye bağırıyor. sesler gittikçe uzaklaşıyor. ÇOK UTANIYORUM!!!

freud olsa ne derdi?

hatırladığım en eski ağlayarak uykuya dalışım o gün gerçekleşti. ben o gün, o tekmeyi savururken meydana gelebilecek kazayı hesaplayamadığım için, benim yüzümden birinin canı yandığı için ve en önemlisi, beni seven insanları hayal kırıklığına uğrattığım için çok çok utandım. ben o gün, hiçbir özür kabahatimin izlerini silemeyeceği için çaresizlikten çok ağladım. ben o gün, amcamın yüzüne bir daha bakmak zorunda kalmayayım diye, allah beni hemen alsın, yok etsin diye çok dua ettim.

"beni ne bitirdi biliyor musun? böyle olacağını tahmin edemedim." diyordu eric cantona'ya, hayatı boka batmış kahraman, looking for eric'te. hayatını ziyan eden, sevdiklerinin ona ihtiyacı olduğu anda, o ihtiyacı karşılayacak güce sahip olmayan herkes gibi utanıyordu. ama sinema sanatının, izleyenlere hep kazanabilirsiniz, çaresizseniz çare sizsiniz zırvasını aşılaması gerektiğine inanan güçler, elbette kahramanımıza da sihirli değneklerini değdirip, bizi mutlu sonun şefkatli kollarına bırakıyordu filmin finalinde.

peki ya gerçek?

olmuyor. insan üçünde, yedisinde, üçün beşin hesabını mı yapıcaz yahu, insan ayağa kalktığında neyse, tabuta girdiğinde de aynı. çaresizseniz çare siz değilsiniz aslında. ben o gün çok utandım. basiretsizliğimden, gerizekalılığımdan, bir boku beceremeyişimden dolayı utandım. otuz sene geçti. hala hep bu sebeplerden utanıyorum. sadece artık yüzümü ellerimle örtmüyorum karşılarında insanların. yüzümü örtmek için, yine yüzümü kullanıyorum. yüzsüzlüğümü.

haydi freud sen söyle
ratatatam ratatatam
durma freud sen söyle
ææşkımı sevgiliyeee
derdimi sevgiliyeee

elimle yüzümü kapatmama gerek yok artık. bir kapı var, kapatıyorum. kimse görmüyor o zaman beni.

sahi, freud diye bir şey var mı?

yüzümün bir tarafında, diğerine göre daha çok çizgi var. çünkü gülerken dudağımın hep aynı tarafı batıyor yanağıma -bruce willis gülüşü-. yüzümün bir tarafı diğerine göre daha kırışık. çünkü ben çok gülüyorum.

kuzenimin burnundaki hafif yamukluğun sebebi benim tekmem değil; biliyorum artık. aynaya baktım çünkü. benim de burnum yamuk. ırsi.

divana uzanıp, hıçkırıklarımı yutmama, bu yüzden boğazımın ağrımasına gerek yok artık. kendi yatağım var. kendi evimdeyim. ışığı kapatıyorum.
Read On

adamlar

0 kişi hayrettin

- şu arkandaki top sakallı ibne, saatlerdir sürekli, şu yazar ne demiş, beriki şair şöyle demiş, bir düşünürün dediği gibi diyerek konuşuyo, uyuz oldum lavuğa!
- siktiret. öyle yapınca, yüzüne değil, o gizemli dekoltesinin altında sakladığı, bir sütyen tarafından desteklendiği için mi, yoksa yerçekimine kendi kudretiyle karşı koyduğu için mi ayakta kaldığını merak ettiği memelerin sahibini kafalayacağını düşünüyodur o. zaten o topsakalın sebebi de o lafları söyleyebilmektir bence. imajını siktiğim.
- bi de götüme benzeyen yüzünü kamufle etme isteği olabilir. bilim adamları buna iguana sendromu diyo.
- hassiktir olm, o iguana değildi lan! başka bi hayvandı. neydi lan o?
- siktiret iguana oldu artık. iguanaların iki tane siki varmış!
- biz bi tanesini sokacak yer bulamıyoruz lan!
- kendi adına konuş. o değil de, sen herifin karının memelerine baktığını nasıl gördün lan? herif arkanda amına koyim.
- o önemli değil dayıoğlu. bakıyo mu, bakmıyo mu onu söyle sen.
- bakıyo.
- hoşgeldin, şerefe...
- şerefe... bak bu rakı güzelmiş, bundan sonra hep bundan söyleyelim. geçen seferki zehir gibiydi.
- aynı markaydı oğlum.
- o zaman bundan istemeyelim bi daha. şişeler birbirini tutmuyo.
- hangisi tutturabiliyo ki? işte avrupa birliğine girsek, kalmaz böyle bi sorun. sike sike standart tutturmak zorundalar.
- yok yok, biz yine de bundan söylemeyelim. baksana, içindeki emekli astsubayı çıkarıyo ortaya amına koyim. avrupa birliğiymiş, sikik!
- yalan mı oğlum?! adamlar kokoreçi bile standardize edin öyle gelin demediler mi?
- lan bokun standardı mı olur? bok işte alla alla. sen hergün aynı sıçabiliyo musun? renk, kıvam falan? ama bak o dediğin olsa, bu en çok, aynaya bakarak döner yediğin büfeleri bozar. o tezgahın üzerine koydukları resimlerdeki yemeklerin aynısını yapmak zorunda kalır denyolar.
- ama önce o tabaklardan almaları lazım. melaminle olmaz o iş.
- ya bak hala! sikerim ben bu herifi.
- bu akşam kavga etmek istemiyorum dayıoğlu.
- evet, ben de istemiyorum. zaten dünya klasiklerinden nefret ederim!
- hoşgeldin, şerefe...
- şerefe... dayıoğlu, normalde sadece bi kere kaldırılırmış rakı kadehi. böyle zırt pırt kaldırılmazmış.
- kim belirlemiş onu?
- ne bilim amına koyim. koy götüne rahvan gitsin. şerefe.
- şerefe...
- ben klasikleri okumayı kekremsi tat yüzünden bıraktım.
- kekremsi tat ne lan?
- işte o yüzden bıraktım. kekremsi tat ne bilmiyorum ama ikide bir kitapta lafı geçiyo. sikerim böyle işi. anlamadığım şeyi okuyacak olsam, fransızca kitaplar okurum.
- al lan bak bu kekremsi.
- sarımsak lan bu amcık!
- tamam işte kekremsi.
- siktir oğlum, başta bu kekremsidir deselerdi olurdu; artık olmaz. bu sarımsaktır benim için. tadı da sarımsak tadı. siktiğimin kekremsisi.
- ben de almıştım klasikleri.
- işte buna inanmam dayıoğlu. sen gidip kitap mı aldın?
- yok lan gitmedim; o geldi.
- ?!
- bigün uyuyorum. biri zili çalıyo ama ne çalmak. sanırsın apartman yanıyo, bi ben kaldım içerde, beni kurtarıcaklar. önce duymamazlıktan geldim. bir, iki, üç... durmuyo zil. eeeh sikerim ızdırabını deyip açtım kapıyı. pazarlamacı bi herif...
- sikseydin ibneyi!
- olabilirdi aslında. zira hazırdım. kapıyı ben, baksır donum ve sabah ereksiyonum birlikte açtık. ama herifin umrunda değil. yok böyle fırsat kaçmazmış, yok otmuş, yok bokmuş. ya yok diyorum kardeşim, ben kitap okumam, okuyanı da sevmem, satandan da nefret ederim, dinletemiyorum
adama. üstelik bak, alet gözüne girecek, hiç mi korkmuyosun? ama adam anlamıyo, kapının eşiğine ayağını falan koydu. hala bana klasikleri anlatıyo. karşı komşu kapıyı açtı gürültüye, benim ereksiyonla gözgöze gelip kapadı kapıyı hemen. kadın utandı, herif utanmıyo. kurtulmanın tek yolu satın almaktı. aldım kurtuldum.
- ver kurtul değil miydi lan o?
- eh işte, aynı mantık. şerefe...
- şerefe. okudun mu bari hiç birini?
- bi tanesine baktım biraz. bütün isimler rus ismiydi, aklımda tutamadım ve dünya klasikleri kariyerimi bitirmem gerektiğini düşündüm.
- aslında ben... buyur abi? gürültü mü yaptık? ha, yok böyle iyi... ama biraz daha börülce alabiliriz... eyvallah... yok, ben koyarım rakımı... buz koyma! hah tamam, yeter sağolasın... hay amına koyim ne yapışkan herifmiş. bahşişi şimdiden mi versek? bu ne ilgi alaka amına koyim. versek kurtuluruz! neyse ne diyodum?
- ne bilim kılasik mılasik, bi şey diyodun.
- ha ben aslında bi de, asil burun yüzünden bıraktım klasikleri.
- asil burun?
- evet. bütün karıların burnu asil amına koyim. ne lan bu asil burun diye düşündüm, fatih sultan mehmetin burnu geliyo sürekli gözümün önüne ama saçma oluyo. öyle burnu olan bi karıya kimse bakmaz.
- bence şu karının burnudur asil burun dedikleri.
- hmm olabilir. ama bence götü daha asil.
- göğüsler de hiç avam gibi durmuyo zaten. komple asil bu. düşes amına koyim. şerefe...
- şerefe...
- bukalemun!
- ?!?!
- olm iguana değil, bukalemundu kamufle olan hayvan!
Read On